2 Mayıs 2010 Pazar

Türkiye'de Otoriter Kişilik, Kadın ve Toplum

Geçen haftalarda Radikal Gazetesi yazarlarından Ahmet İnsel’in benzer başlıklı bir makalesini okumuştum. Önce aile yapımızdan başlayan, daha sonra da toplumun her kesiminde, okulda, hastanede, siyasi arenada, sokakta, kısacası her yerde karşımıza çıkan otoriter kişilikten bahsediyordu.

Ahmet İnsel’e bu yazıyı yazdıran 23 Nisan’da Başbakan’ın koltuğuna oturan çocuğa, “buraya oturduğunda asarsın kesersin” lafı idi. Bu yazıdan hareketle ben de biraz aile içinde bu kişiliğin nasıl var olduğunu, kadının buradaki rolünü, daha doğrusu rolsüzlüğünü tartışmak arzusundayım.
Türk aile yapısı, son derece geleneksel temellere dayanan, büyük çapta ata erkil bir geçmişi olan, toplumumuzun en çekirdek ve en temel yapısıdır. Bu yapı, Selçuklu’dan, Osmanlı’ya, daha sonra Cumhuriyet dönemine kadar çok da fazla değişmeden varlığını sürdürmüştür. Bu varlığın nedeninde “erkek egemen” bir sosyal yapının varlığı, sorgulanmayan, ya da sorgulanması mümkün olmayan kurallar ve normlar söz konusu olmaktadır. Bu durumun ekstrem örneğini daha çok doğu ve güneydoğu bölgelerimizde görmekle beraber, aslında batı ve orta Anadolu’da da daha az oranda olması şartıyla hala büyük ölçüde görebilmekteyiz.

Neden “erkek egemen” bir toplumuz? Neden bir takım konularda özellikle yönetimde kadınlar söz sahibi olamıyor? Bunun nedenlerini erkeğin ezici gücü ile açıklayanlar ortada; ancak biraz da kadınlara iğneyi batırmak gerekmiyor mu?
Örneğin, Türkiye’de çalışabilir durumdaki kadın nüfusunun sadece % 29’u çalışıyor. Geriye kalan % 71 nerede? Evde, oturuyor, çocuk büyütüyor, yemek yapıyor… Kendisi için bir şey yapıyor mu yani kendini gerçekleştirme anlamında bir şey yaratıyor mu? Çocuk dışında kalıcı bir şey bırakıyor mu arkasında?

Büyük filozof, Hint gurusu Osho’nun deyimiyle, yüzyıllar boyu kadının tüm yaratıcılığı çocuğa gitmiştir. Bugün, bırakın Türkiye’yi, tüm dünya tarihine baktığımız zaman ünlü kadın ressam, kadın yazar, kadın teorisyen, kadın mucit… parmakla sayılacak derece azdır. Bunun nedenini erkek ve kadın beyinlerinin biyolojik olarak farklı olduğuna bağlayanlara hiç inanmayın. Araştırmalar bilakis kadınların daha da yaratıcı olabildiklerini gözler önüne seriyor… Burada mesele daha çok, sahip olunan ve her insanda belli bir seviyede bulunan “yaşam enerjisi”nin nereye aktığıdır. Bu enerji kimsede sonsuz değildir ve özellikle kadın söz konusu olduğunda bu enerjinin çoğu, kalıcı olmayan “yemek, temizlik yapmak”, hatta “çocuk bakmak” gibi uğraşlara gittiğinde geriye günlük kazanımlar dışında hiçbir şey kalmaz.

Otoriterlik konusuna geri dönersek eğer… Bir konu ile kim daha çok uğraşır ve kim daha çok o konuya mesai harcarsa o konuda otorite o olur. Bu durumda iş dünyasında, çeşitli konulardaki yaratımlarda, dünyadaki sorunların çözümünde en çok kafayı yoran ve gerekli vakti ayıran erkekler olmakta ve dolayısıyla yönetimde, siyasette, kısacası yaşamın çoğu alanında söz sahibi onlar olmaktadır. Ancak kafayı yordukları şeyler ve nasıl yordukları pek yeterli değil ki şu anda dünya hala açlık, yoksulluk, savaş ve ekonomik kriz gibi sorunlarla mücadele ediyor. Dünyanın fiziksel durumu gittikçe kötüleşiyor ve bu şekilde devam ederse ekoloji denen bir şey kalmayacak.
Kadınlar… Dişil enerjinin sembolleri… Bu enerjiyi tek bir alana doğru yönlendirdiğinizde yani sadece ilişkiler, ev ve çocuk üzerine yoğunlaştığınızda çok güzel şeyler ortaya çıkarıyorsunuz buna hiç itirazım yok ancak enerjinin bir kısmı da topluma, çeşitli alanlardaki yaratıcılığa da gitmeli… Bu gitmediği sürece dünya dengesiz bir konumda kalacak. Bundan da en çok o en fazla enerjiyi harcadığınız çocuklar nasibini alacak.