15 Eylül 2010 Çarşamba

Bireyler olarak Siyaset Algımız, Referandum...vs.

Geçtiğimiz günlerde bir hayli referandum tartışması yaşandı, sonuçlar belli olmasına rağmen hala da yaşanıyor. Evet mi Hayır mı… Ya Evet çıkarsa, ya Hayır çıkarsa...vs. Ayrıca tüm bunların her bir ev, arkadaşlık, iş ve diğer sosyal ortamlarda gündemin 1. sırasına oturması da belki sizlere enteresan gelebilecek bir yorum yapmama neden oldu. Tüm bunları dinler ve konuşurken aklıma şu geldi: Birey olarak bizler, kontrolü aslında tam anlamıyla elimizde olmayan konulara dikkatimizi veriyoruz. Verdiğimiz dikkatle kalmıyor, aynı zamanda bu olayların sonuçlarını hesaba katarak üzülüyor, moralimizi bozuyor ya da kızıyoruz.

Aslında siyaset olgusuna baktığımızda, görünüşte birkaç insan arasında geçen atışmaların, çekişmelerin ve kavgaların sahnesi gibi algılanıyor ancak işin aslı, siyaset, kitlelerin yarattığı, beslediği ve ortaya çıkardığı bir olaylar ve gündemler silsilesi olarak karşımıza çıkıyor. Kitleler derken, her birimizin tek tek bireysel olarak katkıda bulunduğu, gerek düşünce biçimimizle, gerekse tepkilerimizle oluşturduğumuz, sonunda bir deve dönüşen topluluk…

Bizler, günlerimizi, saatlerimizi ve dakikalarımızı elimizde olmayan sonuçlar üzerine kafa yorarak, üzülerek harcarken, aslında yaratmak istediğimiz yaşamla ilgili yani o sonuca bağlı düşlediğimiz yaşam tarzı, ülke yönetimi, eğitim ve sağlık sistemi, belli alanlarda hizmet almak gibi konularla ilgili günlük yaşamımızda hiçbir şey yapmıyoruz. Nasıl mı?

Kaçımız sahip olduğumuz bilgi birikimini başkalarıyla paylaşıyor?
Kaçımız etrafımızda olan biten şeylerden memnun değilken, gerekli kişilerle temas kurup adım atıyor?
Kaçımız hayatında en az bir kere çevreyi kirletmemiştir?
Kaçımız halka hizmet diye yanıp tutuşurken çevresindeki halka bir şekilde (öğreterek, bilinçlendirerek, örnek olarak…vs.) hizmet etmiştir?
Kaçımız merak ettiği şeyleri araştırıyor?
Kaçımız Referandum değişikliğini yansıtan anayasa maddelerini okudu?
En sonundan başlayarak, etrafımda bu kadar Referandum konuşan insan görüyorum ama tek bir tanesi bile neyin değiştiğini değişmediğini bilmiyor.

Özellikle siyasi konularda birçok olumsuz öngörülere sahip insanlara bakıyorum, örneğin emekli oluyorlar, ama zamanlarını son derece “pasif” bir şekilde geçirmeye, o çok hizmet bekledikleri ülke sistemine “bir de ben hizmet edeyim” demiyorlar.

Sonuçta şuna varıyorum: Bu kadar çok siyasete odaklanmak, ancak onun temeli olan toplumsal bilinç adına hiçbir şey yapmamak aslında bir nevi sorumsuzluk ve tembelliktir.

İçinde yaşadığımız toplumun geleceğini hep başkalarına, yani siyasetçilere ve ülke yöneticilerine bırakırsak aslında o kişileri yaratan kitleyi dönüştürebilecek en ufak bir çabayı bile göz ardı etmiş oluruz. Sonuç: Sürekli yakınır dururuz…

5 Eylül 2010 Pazar

Günlük Yaşamda Düşüncelerimize Değer Vermek

Sevgili Okurlar,
Geçen yazımızda günlük yaşamda bedenimize verdiğimiz değerden söz etmiştik. Gün be gün, bedenimizle ilgili yapılabileceklerimizi sıralamıştık, örnekler vermiştik. Bu sefer, düşünce ile ilgili yapabileceklerimiz üzerinde duracağız.

Birincisi, insanın en çok zorlandığı şey düşünce akışını kontrol etmek ve durdurabilmektir. Düşünce akışını kontrol etmek derken negatif düşünce akışı yerine pozitif düşünceyi koyabilmekten söz ediyorum. Bu negatif düşünceyi yönetebilmek anlamına gelir. Peki bu nasıl olacak, onu konuşalım:
Öncelikle negatif bir düşünce içinde olduğunuzdan emin olmalısınız. Bunu yapabilmek öz farkındalık ve bilinç gerektirir.

Olumsuz düşünceyi fark ettikten sonra onun yerine pozitif versiyonunu koymalısınız. Bunu yapabilmek için yine farkındalık ve daha sonra da irade gerekiyor. Her düşüncenin pozitifte ve negatifte mutlaka bir versiyonu bulunmaktadır. Bu versiyonları tanımlayabildiğiniz noktada işin yarısı bitmiş demektir.

Çevirme işlemi sonrasında özellikle pozitif düşünce versiyonunu sürekli tekrarlamanız, kendinize bunu hatırlatmanız için gerekirse kağıt kalem kullanmanız gerekebilir. Daha sonra alıştığınızda kağıt kaleme gerek kalmaz.

Negatif düşünceyi durdurmak için ise:
Kesinlikle bunun negatif bir düşünce olduğunu fark etmek,
Fark ettikten sonra gerekirse sözel olarak “Dur! Bırak! İptal!” gibi ifadeler kullanabilir, bunu sessiz olarak da yapabilirsiniz. İşin başında sözel olarak yapmak alışkanlığın hızlanmasına neden olur.
Bugün çevremize ve dünyamıza baktığımızda her türlü problem, acımasız durumlar, yoksulluk, hastalık , suç oranları ve olumsuz her türlü olayın altında olumsuz düşünce biçimleri ve “durdurulamayan düşünceler” yatmaktadır. İç ve sonrasında dış dünya ancak “bir şey düşünülmediğinde” sakinleşebilir, huzur dolabilir.

Sevgili okurlar, düşünce konusunu çalışmak çok zordur çünkü doğduğumuz andan beri bize öğretilen hep “düşünmektir”. Geçmişi, geleceği hep düşünürüz. Geçmişin pişmanlığı, anıları, olumsuz durumları; geleceğin korku, hedef ve kaygıları her zaman düşünce şeklinde bize ıstırap verir.
Gün içinde kendinizi gözlemlediğinizde, olumsuz duygularınıza bakın, öncesinde mutlaka bir şey düşünmüş olduğunuzu görürsünüz. Bugün depresyon, anksiyete, kişilik problemleri..vs. nin temelinde düşünce kalıplarının değişmezliği ve yönetilememesi yatmaktadır.
Kendimize değer vermek, aynı zamanda düşünce akışımızı önce izleyebilmek, sonra fark etmek, sonrasında da yönetebilmektir.

Farkındalık ve Sevgiyle...

Dr. Duysal Aşkun Çelik

15 Ağustos 2010 Pazar

Günlük Yaşamda Kendimize Değer Vermek

Sevgili Okurlar… Geçen yazıda “kendimize değer vermek” konusuna bir giriş yapmış, üstelik bu olguyu Türk ekonomisi ile de bağdaştırarak yazmıştık. Geçen yazıda söz verdiğim gibi kendimize değer vermenin günlük yaşamdaki örnekleri üzerine durmak istiyorum bu sefer.
Öncelikle birey olarak kendimize karşı sorumluluklarımız olduğunu kabul etmeliyiz. Genelde yaşamda eşimize, dostumuza, çocuklarımıza ve işyerindeki yöneticimize karşı sorumluluklarımızın peşinden koşmaktayız günlük olarak… Ancak iş kendimize karşı yapmamız gerekenlere geldiğinde mutlaka bir takım duraksamalar, daha sonralar ve bahaneler başlıyor. Bu bahaneler özellikle spor, diyet, hobi, kitap okumak, kendini geliştirmek için kursa katılmak … vs. söz konusu olduğunda otomatik olarak devreye giriyorlar. Ancak kendimize değer vermek söz konusu olduğunda aslında sırasıyla Beden-Zihin-Ruh’umuz için özel olarak yapmamız gereken şeyleri konuşmamız gerekiyor. Peki nedir bu şeyler?

Sırasıyla örnekler vermeye çalışacağım. Önce bedenden başlayalım: Beden, bize armağan edilmiş, son derece üstün donanıma sahip bir araçtır. Bu donanım öyledir ki, son derece uzun ve sağlıklı yaşamaya programlanmıştır. Ancak biz bu bedeni, düzensiz ve sağlıksız beslenerek, spor yapmayarak, çok uzun saatler çalışarak, dengesiz bir şekilde oturarak,… vs. nedenlerle olumsuzluğa iteriz. Ancak beden, çok uzun zaman dayanma kapasitesine sahip olduğundan aslında mutlaka kendini tamir etme mekanizmalarını devreye sokar. Çok uzun dönemli bir ihmal olduğunda beden bir takım olumsuz sinyaller verir. Bu sinyaller: Aşırı kilo, tansiyon, boyun ya da bel ağrıları, sürekli yorgun hissetme… vb. olabilir. Daha da sonraları, işin içine zihinsel ve ruhsal problemler girdiğinde beden şeker, kalp rahatsızlıkları, fıtık, kanser… gibi sorunlar da çıkarabilir. Önemli olan, ihmal etmenin ve uzun süren farkındalık yoksunluğunun sonuçlarını bilememektir. Bu durumda fark etmek için ne yapmamız gerekir?

Öncelikle sağlıklı bir beden için günlük olarak yapmanızın faydalı olacağı aktiviteleri sıralamak istiyorum:

Yediklerimize dikkat etmek (Aşırı yağlı, içinde toksin barındıran yiyeceklerden uzak durmak, mümkünse bitki çayları ve sebze-meyve türü besinleri daha fazla tüketmek)


Az yemek yemek (Evet doğru, az yemek sizi ruhsallığınızla daha fazla bağlantıda tutacaktır. Yemek yemek çoğunlukla kendimizi unutmamıza yarar, kendimizi unuturken aynı zamanda hayat amaçlarımızı ve yapmak istediklerimizi de unutuveririz, ruhsal bir varlık olarak yaşamda niçin yer aldığımızı göz ardı ederiz).


Düzenli spor yapmak (Spor, adrenalini arttırdığı gibi, bir de bizi An’da tutar. Spor yaptıkça kendinizi yalnızca zinde hissetmez aynı zamanda hızlı ve olumsuz düşünce akışınızdan da kurtarırsınız (düşünce akışı konusunu bir sonraki yazıda daha fazla açıklayacağım)


Düzenli bir çalışma temposunu sürdürmek, aşırı çalışmamak (İşten sonra hiç duraksamadan çalışmaya devam etmek, hafta sonlarını ağırlıklı olarak çalışmayla geçirmek bizi sürekli zihin merkezli bir yaşama sürüklediği gibi aynı zamanda birçok bedensel rahatsızlığa da sebep olur)

Bedenimizin ne hissettiğine önem vermek (Bu da yine daha sonra açıklayacağım zihinle bağdaşık bir konu ama örnek vermek gerekirse bedenimiz de zaman zaman bir takım olumsuz sinyaller verir, örneğin fazla yediğimizde duyduğumuz bedensel rahatsızlık bize bir işarettir. Yediğimiz şey lezzetli de olsa onu yemeyi sürdürürsek midemiz ve diğer organlarımız zarar görmektedir. Ya da bazen fazla çalıştığımızda veya hoşlanmadığımız bir durumla karşılaştığımızda başımız ağrır-bu da bedensel sinyallerdendir. Bunlarla ilgili ne yapacağımız bir yana, önce bunlara hassas olmayı öğrenelim).


Sevgili okurlar, bedenimiz bize verilen en güzel armağan olduğu kadar sinyallerine dikkat etmez isek son derece olumsuz sonuçları da beraberinde getirebilen yaşamsal bir yanımızdır. Bu parçamızı diğerlerinde olduğu gibi ihmal etmemeli ve her gün ona özenli davranmalıyız.


Farkındalık ve Sevgiyle…

16 Temmuz 2010 Cuma

Türk Ekonomisi ve Psikolojisi: Kendimize verdiğimiz Değerin Ölçütü

Sevgili Okurlar… Bir istatistik veri ile başlamak istiyorum sözüme. Son zamanlarda bir psikolog olarak dünyada ve ülkemizde olan biten olaylara baktığımda ekonominin ne kadar etkin bir yer tuttuğunu gözlemleyerek TUİK yani Türk İstatistik Kurumu websitesine üye oldum ve buradan bana neredeyse her gün her saat ülkemizle ilgili güncel bazı veriler geliyor. Bu veriler arasında, ithalat ve ihracat, çalışan ve çalışmayan iş gücü oranları, üretim endeksleri gibi veriler yer alıyor. Bir psikoloğun bu verilerle ne işi olur diye merak ettiniz biliyorum, bu yazıyı okuyunca neden ilgili olduğumu anlayacaksınız.

Son gelen TÜİK Dış Ticaret Endeks verilerine göre Mayıs ayında bir önceki yılın aynı ayına göre, ihracat birim değer endeksi %6,7 arttı. İthalat birim değer endeksi %14,4 oranında arttı. Yani ihracatın iki katından daha fazla ithalat büyümüş… Bu durum gerek ülke ekonomisi gerekse halkın genel refahı açısından büyük önem teşkil ediyor. Açıklayalım:

Hepimiz biliyoruz ki ülkemiz tarihte olduğu kadar bugün de doğal kaynakların, tarımsal alanların, ormanların, denizin ve yerel besinlerin bolca üretilebildiği coğrafyaya sahip bir ülke. Bu kaynakların ötesinde en önemli kaynak olan insan kalitesine baktığımızda dünya standartlarının çok üzerinde bir algı ve zeka kapasitesine sahip bir halkımız var. Ancak ne var ki, biz tüm bu kaynaklar bir yana, kendi ürettiğimizi beğenmiyor, üreteni ise alkışlamıyor, yeterince teşvik etmiyor ve dolayısıyla hem dışa bağımlı, ithalatı yüksek; sadece ürün ve kaynak ithalatı değil aynı zamanda insan ithalatına da değer veren bir ülke konumundayız. Ülkemizin yetiştirdiği ancak dünyaya mal olmuş olan ve ülkemizde zamanında hiç ilgi görmeyen üstelik daha da kötüsü hırpalanmış birçok değerli insan, deha var. Örnek olarak birkaç isim size: Muzaffer Şerif-dünyada sosyal psikolojinin kurucuları arasında yer alıyor; Nazım Hikmet-açıklamaya gerek yok; Leyla Gencer-Dünyaya mal olmuş ve adı “La Diva Turca” olarak İtalya’da anılan efsane operacımız… ve daha niceleri. Bu neden böyle oluyor, neden biz kendi değerimizi bilmiyor ve hep dışarıdan gelenleri önemsiyoruz diye baktığımızda ortaya çok ciddi psikolojik bir tablo çıkıyor…. Açıklayalım:

Aslında başkasına değer vermek önce kendimize değer vermekle başlar. Ben kendime yeterince değer vermeliyim ki başkasına da değer verebileyim. Örneğin, yaşantıma, ilişkilerime, işime, kariyerime, çoluk çocuğuma, kısacası benle ilgili olan her şeye dışarıdan bir gözle bakabiliyor muyum? Yaşam benim istediğim şekilde mi, yoksa olması gerektiği şekilde, toplumun bana dayattığı şekilde mi ilerliyor? Bunu topluca sorgulamadığımızı düşünüyorum. O kadar bizim yerimize konuşan var ki, biz kendimize dönmemek için bile bu konuşanları rahatlıkla bahane edebiliyor ve diyoruz ki, “Hiç vaktim yok kendime, o kadar çok işim var ki, o kadar çok söyleyen var ki, o kadar çok…” ve devam ediyor bu şekilde. Birey olarak kendimiz için yapmadığımız her şey bir gün kitlenin büyük kararına dönüşüyor ve bu inanılmaz şekilde ekonomimizi, dışa açılmayı, gelişmişlik seviyemizi, hane halkı başına düşen gayri safi milli hasılayı…vs. etkiliyor. Bunun şaşırtıcı olduğunu biliyorum ancak ne yazık ki durum böyle.

Bu nokta üzerinde durmaya devam edeceğim çünkü inanıyorum ki bireyin dönüşümü toplumun dönüşümüne bir gün vesile olacak. Ayrıca tabii ki bireyin tek tek dönüşümünü çok beklemeden başka bir alternatif de ülkeyi yöneten adil, ahlaklı ve dürüst bireylerin gelmesi de olabilir ancak yine de bu dolaylı bir çözüm olur. Birey olarak tek tek hepimizin yaratacağı gerçeklik kadar kalıcı olamaz çünkü bu liderin de kalıcılığı uzun bir ömre ve devamında onu izleyecek olan kişilerle sınırlıdır. Bunun yerine bugün bir karar alarak mütevazi de olsa kendimize değer vereceğimiz yaşam kararlarını almaya başlasak ne iyi olur. Bu yaşam kararlarıyla ilgili gelecek yazıda açık örnekler vereceğim.

Farkındalık ve Sevgiyle…

Dr. Duysal Aşkun

www.degisimgrup.biz.tr

6 Haziran 2010 Pazar

Yurtta Barış, Dünyada Barış ve İçimizdeki Barış üzerine...

En son İsrail ve Türkiye arasındaki gerginlik haberleri ile birlikte evlerimiz, televizyonlarımız, ilişkilerimiz ve konuşmalarımız hep şiddeti, savaşı, anlaşmazlığı ve çatışmayı içinde barındırır hale geldi. Dünyada ve ülkemizde yaşananlar aslında bir kitle bilincinin ve farkındalık seviyesinin sonucu olduğu için; bu olaylar her ne kadar şaşırtmıyorsa da bu konularda bir şeyler söylememizin yani “bireyin iç dünyası” açısından tüm bunların ne anlama geldiğinin üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum.
Öncelikle dışarıda olan hiçbir şey olmadığının altını çizmek istiyorum. Dışarıda olan bir şey yok, dışarıda yarattığımız olaylar var… Hepimizin tek tek katkıda bulunduğumuz olaylar… Bunun yanında dışarıda yarattıklarımızın üstüne bir de bireysel algılamamız var… Bu olayların vahimliği bir yana, bir de üstüne olumsuz algı ve yorumlama ekledik mi zaten yarattığımız gerçekliğin üzerine tuz biber ekmiş oluyoruz.
Peki nedir bu yarattıklarımız? “Aslında neden İsrail ve Türkiye, Yunanistan krizi, BP’nin Meksika körfezindeki atıkları bizim sorumluluğumuzda olsun ki? Oradaki karar alıcılar biz değiliz, üst düzey kişiler… hissedarlar, hükümetin başındakiler, politikacılar… Bu insanlar tüm kararları bizim adımıza alıyorlar… biz ise sadece seyirciyiz ama sorumluluk konusu bize ait değil…” diyebiliriz rahatlıkla, ama bu konuyu bir türlü çözemiyoruz yani dünya yüzyıllardır belki binlerce yıldır aslında hep aynı sorunla karşı karşıya… anlaşamadığı zaman karşıdakini yok etme isteği, kaynakların hep yetersiz olduğu algısı nedeniyle bir türlü orta yollar bulunamaması, kavga, savaş, çatışma… bir türlü hallolmadı… Bugün bu sorunla baş etmeye çalışan binlerce kuruluş, milyonlarca da insan var… ama bu problemler bitmiyor üstelik artıyor. Hatta daha da ileri gideyim, Barış için çalışan onca organizasyonun içyapısına bir bakın, bir sürü çatışmayla dolduğunu görürsünüzJ Nükleer silahların giderek gündemde yerini alması bu gerçeğin en kabul edilmez hali ama hepimiz sorumluyuz… Nasıl?

İnsanlık bugüne kadar öncelikle yaşamıyla ilgili yaşadıklarının sorumluluğunu hep kadere, Tanrıya ya da Tanrısal güçlere bırakmıştır. İnsanlar başlarına iyi ya da kötü bir şey geldiğinde bunu kendilerine ve ne ya da kim olduklarına değil, kısmete, şansa, inanç duygularına yormuşlar… Bazıları bu olayları kabul etmiş, bazıları edememiş ve hastalanmış, bazıları ise hiç sorgulamamıştır. Ancak kişi ne zaman kim olduğunu, yaşamda ne yaratmak istediğini ve bunun gücünün aslında kendi elinde olduğunu fark ettiği zaman bu olayların sorumluluğunu üstlenebilecektir. Şu ana kadar her birimiz kendi bireysel hayatlarımızdan “ne kadar sorumlu hissettiğimiz”in oranı kadar yaşama katkıda bulunuyoruz. Dolayısıyla;
Etrafımızda olanlar bizim de içinde bulunduğumuz “sorumluluk seviyesi”nin katkıda bulunduğu bir kitle bilinci sonucudur.
Kendi yaşamımıza göz atıp ben ne kadar çatışma, kavga ve iç uyumsuzluk barındırıyorum sorusuna verdiğimiz cevap kendimizle ilgili güçlü bir gerçeği ortaya koyar.
Dışarıda olan olaylar genelde olumsuz ise ve biz bir de buna “olumsuz, umutsuz ve çaresiz bir algı” ile bakıyorsak bu da yine kitleye olumsuz katkı demektir.
İçimizde olan ama fark etmediğimiz güç öyledir ki bu güç son derece “negatif” ya da son derece “pozitif” yöne akabilir. Bu yön bizim farkındalığımız sayesinde rota değiştirebilir.
Yaşamımız ve dünyamızda olan biteni “liderler”e yüklemek, olaylarda kendi rolümüzü yadsımak ve bu işten kısaca “sıyrılmak”tan başka bir şey değildir.
Sevgili okuyucular… bugünden itibaren, gelecek günleri, her birimizin hak ettiği şekilde barış, sevgi, saygı ve işbirliği içinde görmek istiyorsanız, önce kendi yaşamınızdaki çatışmalı durumlardan başlayın ve kendinize şu soruları sormaya çalışın: “Yaşamımı seviyor muyum? Sevmediğim ve istemediğim bir yaşam mı yaşıyorum? İşimi ve ailemi seviyor muyum? Değiştirmek istediğim bir şey var mı? Ruhum, zihnim ve bedenim bir arada ve uyumla mı işliyor yoksa ruhum bir şey, zihnim başka şey ve bedenim de bir robot gibi onları mı takip ediyor?”… Bu soruların yanında seyrettiğiniz TV haberleri, okuduğunuz yazılar ve haberleri, olumsuz algınızı güçlendirmek için değil, acaba nasıl değişebilir diye okumaya başlayın, çok farklı yollar karşınıza çıkabilir.

Farkındalık ve Sevgiyle…
Dr. Duysal Aşkun
DeğişimGrup

2 Mayıs 2010 Pazar

Türkiye'de Otoriter Kişilik, Kadın ve Toplum

Geçen haftalarda Radikal Gazetesi yazarlarından Ahmet İnsel’in benzer başlıklı bir makalesini okumuştum. Önce aile yapımızdan başlayan, daha sonra da toplumun her kesiminde, okulda, hastanede, siyasi arenada, sokakta, kısacası her yerde karşımıza çıkan otoriter kişilikten bahsediyordu.

Ahmet İnsel’e bu yazıyı yazdıran 23 Nisan’da Başbakan’ın koltuğuna oturan çocuğa, “buraya oturduğunda asarsın kesersin” lafı idi. Bu yazıdan hareketle ben de biraz aile içinde bu kişiliğin nasıl var olduğunu, kadının buradaki rolünü, daha doğrusu rolsüzlüğünü tartışmak arzusundayım.
Türk aile yapısı, son derece geleneksel temellere dayanan, büyük çapta ata erkil bir geçmişi olan, toplumumuzun en çekirdek ve en temel yapısıdır. Bu yapı, Selçuklu’dan, Osmanlı’ya, daha sonra Cumhuriyet dönemine kadar çok da fazla değişmeden varlığını sürdürmüştür. Bu varlığın nedeninde “erkek egemen” bir sosyal yapının varlığı, sorgulanmayan, ya da sorgulanması mümkün olmayan kurallar ve normlar söz konusu olmaktadır. Bu durumun ekstrem örneğini daha çok doğu ve güneydoğu bölgelerimizde görmekle beraber, aslında batı ve orta Anadolu’da da daha az oranda olması şartıyla hala büyük ölçüde görebilmekteyiz.

Neden “erkek egemen” bir toplumuz? Neden bir takım konularda özellikle yönetimde kadınlar söz sahibi olamıyor? Bunun nedenlerini erkeğin ezici gücü ile açıklayanlar ortada; ancak biraz da kadınlara iğneyi batırmak gerekmiyor mu?
Örneğin, Türkiye’de çalışabilir durumdaki kadın nüfusunun sadece % 29’u çalışıyor. Geriye kalan % 71 nerede? Evde, oturuyor, çocuk büyütüyor, yemek yapıyor… Kendisi için bir şey yapıyor mu yani kendini gerçekleştirme anlamında bir şey yaratıyor mu? Çocuk dışında kalıcı bir şey bırakıyor mu arkasında?

Büyük filozof, Hint gurusu Osho’nun deyimiyle, yüzyıllar boyu kadının tüm yaratıcılığı çocuğa gitmiştir. Bugün, bırakın Türkiye’yi, tüm dünya tarihine baktığımız zaman ünlü kadın ressam, kadın yazar, kadın teorisyen, kadın mucit… parmakla sayılacak derece azdır. Bunun nedenini erkek ve kadın beyinlerinin biyolojik olarak farklı olduğuna bağlayanlara hiç inanmayın. Araştırmalar bilakis kadınların daha da yaratıcı olabildiklerini gözler önüne seriyor… Burada mesele daha çok, sahip olunan ve her insanda belli bir seviyede bulunan “yaşam enerjisi”nin nereye aktığıdır. Bu enerji kimsede sonsuz değildir ve özellikle kadın söz konusu olduğunda bu enerjinin çoğu, kalıcı olmayan “yemek, temizlik yapmak”, hatta “çocuk bakmak” gibi uğraşlara gittiğinde geriye günlük kazanımlar dışında hiçbir şey kalmaz.

Otoriterlik konusuna geri dönersek eğer… Bir konu ile kim daha çok uğraşır ve kim daha çok o konuya mesai harcarsa o konuda otorite o olur. Bu durumda iş dünyasında, çeşitli konulardaki yaratımlarda, dünyadaki sorunların çözümünde en çok kafayı yoran ve gerekli vakti ayıran erkekler olmakta ve dolayısıyla yönetimde, siyasette, kısacası yaşamın çoğu alanında söz sahibi onlar olmaktadır. Ancak kafayı yordukları şeyler ve nasıl yordukları pek yeterli değil ki şu anda dünya hala açlık, yoksulluk, savaş ve ekonomik kriz gibi sorunlarla mücadele ediyor. Dünyanın fiziksel durumu gittikçe kötüleşiyor ve bu şekilde devam ederse ekoloji denen bir şey kalmayacak.
Kadınlar… Dişil enerjinin sembolleri… Bu enerjiyi tek bir alana doğru yönlendirdiğinizde yani sadece ilişkiler, ev ve çocuk üzerine yoğunlaştığınızda çok güzel şeyler ortaya çıkarıyorsunuz buna hiç itirazım yok ancak enerjinin bir kısmı da topluma, çeşitli alanlardaki yaratıcılığa da gitmeli… Bu gitmediği sürece dünya dengesiz bir konumda kalacak. Bundan da en çok o en fazla enerjiyi harcadığınız çocuklar nasibini alacak.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Toplum olarak Psikolojik Bağımlıyız

Türk toplumu ile ilgili çok şey yazıldı ve çizildi. “Gönül toplumu, kollektif toplum, ata-erkil toplum, aileci toplum, duygusal toplum…”vs. Özellikle sosyal psikoloji ve sosyoloji alanında yapılan araştırmalar toplumumuzu anlamaya ve tanımaya yönelik birçok bulguyu ortaya koydu.
Ben ise, psikologluk mesleğimde bir 10 seneyi devirmiş biri olarak gerçekleştirmiş olduğum yüzlerce ve binlerce görüşmenin sonucunda şuna vardığımı söylemek istiyorum: “Psikolojik Bağımlıyız..” Bu kanıya neden vardığım ise bu yazıyı oluşturacak.

Bir kişi neden yardım almaya ya da terapiye gelir? Bu önemli bir sorudur. Bir çoğumuz bu soruya “sorunları olduğu için, kendini kaybettiğini hissettiği için, depresyona girdiği için, içindeki cevapları bulmak için..vs.” gibi son derece doğru ama yeterli olmayan cevaplar verecektir. Bu yetersizlik cevapların yanlış olmasından değil, toplumumuzun yeterince anlaşılmamış olmasından kaynaklanmaktadır.

Özellikle Türk insanını düşündüğümüzde, hayli yüksek derecede koruyucu bir aile yapısından gelen, çocukluğundan itibaren “kendine güven, özerklik-yani gücünü kendinden alma, inisiyatif sahibi olma” gibi konularda hiçbir şekilde desteklenmemiş; eğer evlenmemişse çoğunlukla anne-baba yanında yaşayan, evlenmişse anne-baba ile aynı sokak, apartman ya da semtte yaşayan… Ayrı bir yaşam kurmuş olsa da mutlaka bir şekilde anne ve babasına, akrabasına organik olarak gerek ekonomik, gerek iş gerekse özel nedenlerle bağlı olmaya devam eden bir birey profilinden söz ediyoruz.
Özellikle Türkiye’deki şirket profillerine baktığımızda % 90’ından fazlasının aile şirketi olduğunu ama bir türlü de dünyaya açılamamış, açılsa da global bir marka olamamış olduğunu görüyoruz. Bununla ilgili olarak geçenlerde açıklanan Brand Finance Global 500 listesine hiçbir Türk markasının girememiş olduğu ortaya konuldu. Kesinlikle üzücü ama bir o kadar da gerçek… Global olabilmek, dünya çapında başarılı olabilmek diğerlerinden farklı düşünmeyi, hissetmeyi, davranmayı, biraz aykırı olmayı, kısacası “sürüden ayrı” olmayı gerektirir. Toplumda ve dünyada liderlik ciddi anlamda bir risktir. Bu risk, “tek olmak, yalnız olmak”ı içeriyor burada.

Etrafımıza bakalım, yalnız olmayı becerebilen kaçımız var? Kaçımız günümüzü birileriyle 1 saat konuşmadan, internette facebook’a girmeden, birilerinin yolladığı mesajı okumadan ya da kendi mesajlarımızı yazmadan geçirebiliyoruz? Kaçımız yaşamımızdan gerçekten ne istediğimizin muhasebesini yapıp taşın altına elimizi koyarak önce kendimize dürüst olmayı becerebiliyoruz? Kaçımız parasız kalmak uğruna ailemizden ayrı yaşam sürmeyi, çocuğumuza bir bakıcı tutmanın dayanılmaz riskini, kısacası konforu bırakabiliyor?

Türk toplumu bir “konfor” toplumu, “değişim” zor geliyor. Yardım alırken bile terapisti anne-baba yerine koyarak ona kendimizi anlatmak ve kendi içimizde daha da derinleşmek yerine “şunun için ne yapmam lazım, bunun için ne söylemem lazım” diyerek o kişiye bile bağımlılaşıyoruz.
Bağımlı olmak rahat, ama bir o kadar da kendimizden uzak yaşamamıza neden oluyor. En son Ferzan Özpetek’in “Serseri Mayınlar” filmini izledim. Kendinden uzak olduğunda ancak bir “Serseri Mayınsın”, uçsuz bucaksız dünyada savrulup giden… gelecek, şimdi ya da geçmişi asla elinde tutmayı beceremeyen…

Farkındalık ve Sevgiyle…

Dr. Duysal Aşkun
duysal@degisimgrup.biz.tr